Ascendance of a Bookworm (LN) Cilt 3 Kısım 1 – Bölüm 10 / Soylular Mahallesi’nde Yıldız Bağlama Töreni

Soylular Mahallesi'nde Yıldız Bağlama Töreni

“Ottilie, benim için kuşağını çöz.”

Rihyarda ile birlikte bekleyen bir görevli daha vardı; Elvira ile aynı yaşlarda görünen ve adının “Ottilie” olduğu anlaşılan bir kadın. İkisi birlikte elbisemi çıkarmak için çalıştılar ve benim tek yapabildiğim orada durup işlerini yapmalarına izin vermekti. Ayakkabılarım değiştirildi ve törensel Baş Piskopos cübbelerim giydirildi. İkisi de çok ama çok hızlı çalışıyordu, şüphesiz çocukların kıyafetlerini değiştirmeye çok alışkınlardı.

Nicola ve Monika o sabah tören kıyafetlerimi giydirmek için çok uğraşmışlardı ama Rihyarda ve Ottilie beni hiç vakit kaybetmeden giydirmişlerdi. Aynada küçük kuşağın güzel pilili cübbemin etrafına bağlanışını ve büyük kuşağın bir sürü başka dekoratif süslemeyle birlikte göğsümün çaprazına yerleştirilişini izledim.

Süs eşyaları kutusu boşaldığında Rihyarda bir adım geri çekildi ve memnun bir şekilde başını sallamadan önce bana baktı. Aynaya baktığımda değişmeyen tek bir yanım olduğunu fark ettim. Saç çubuğuma dokunmak için yavaşça elimi uzattım. Onu ailemin bana yaptığı ile değiştirmek istedim.

“Rihyarda, senden bu tokayı şuradaki yaz renkleriyle değiştirmeni isteyebilir miyim?” Ben daha sorar sormaz Rihyarda onları değiştirdi ve böylece kıyafetim tamamlanmış oldu.

“Ve gidiyoruz.” Rihyarda beni büyük toplantı salonuna götürdü, Cornelius ve Angelica da doğal olarak korumalarım olarak peşimden geldiler.

“Eeek?!”

“Dikkatli ol!”

Merdivenlerden inerken elbiseme bastım ve Cornelius hemen uzanıp beni yakalamasaydı düşecektim.

“Size çok teşekkür ederim. Normal cüppelerim sadece dizlerime kadar iniyor ve bu daha uzun olanlarla yürümeye hala alışamadım…”

“Yürürken eteğinizi biraz yukarı kaldırmanız gerekiyor leydim.” Rihyarda kendi eteğini biraz yukarı kaldırdı ve ardından göstermek için birkaç adım attı.

Başka kimsenin yaptığını görmediğim için bunun yasak olduğunu düşünmüştüm ama görünüşe göre etek ucunu biraz yükseltmekte bir sakınca yoktu. Ama tam bunun işleri benim için çok daha kolaylaştıracağını düşünürken, Rihyarda bir uyarı daha yaptı.

“Çok fazla bağlamamaya dikkat et. Bacaklarının görünmesini istemezsin.”

Normal cübbem zaten dizlerime kadar indiği için insanların ayak bileklerimi görmesi umurumda değildi ama itirazlarımı kendime sakladım. Rihyarda Ferdinand’ın bile üstünde duruyordu; ona karşı kazanma şansım kesinlikle yoktu.

Eteğime basmamaya büyük özen göstererek yürürken eteğimi biraz yukarı kaldırdım, ancak Rihyarda kaşlarını çatmış bir halde önüme çıktı. “Affedersiniz leydim,” dedi eğilip beni kaldırmadan önce. Yaşlı bir nineden beklemeyeceğim kadar hızlı bir şekilde yürürken şaşkınlıkla gözlerimi kırptım. “Senin hızında gitmeye devam edersek, salona varmadan yedinci zil çalacak.”

Görünüşe göre yedinci zil Yıldızbağı Töreni’nin başladığı zamandı ve Rihyarda yürümeye devam etmeme izin verirse geç kalacağımıza karar vermişti. Ama açıkçası bu benim suçum değildi; kale gülünç derecede büyüktü. Kuzeydeki bina -yani yaşam alanları- ile toplantı salonu arasındaki mesafe bir çocuğun yürüyemeyeceği kadar uzaktı. Bir de doğrudan salona gitmek yerine bir sürü dönüş yapmamız gerektiği gerçeği vardı ki bu da yolculuğu olması gerekenden daha da uzun hale getiriyordu. Aklımın bir köşesinde salonlara arabaların girmesine izin verilmesini talep etmek vardı.

Rihyarda beni toplantı salonuna kadar neredeyse tüm yol boyunca taşıdı ve içeriye giden koridora kısa bir mesafe kala yere bıraktı. Kıyafetlerimin kırışıp kırışmadığından emin olmak için her tarafıma baktı.

“Sizi ancak bu kadar götürebilirim leydim. Halıdan aşağı doğru yürüyün ve sonunda sunağa çıkın. Lord Sylvester orada olacak.”

“Tamam.”

Köşeyi döndüğümde lambaya benzeyen parlak şeylerle aydınlatılmış büyük bir salon gördüm. Aşağı şehirde mumdan tasarruf etmek için mumlar mümkün olduğunca az kullanılırdı, bu yüzden güneş battıktan sonra her şeyin zifiri karanlık olması standarttı, ama burada, Soylular Mahallesi’nde, lamba gibi çalışan bu aletler bolca kullanılıyordu. Dünya’daki elektrikle çalışanlar kadar parlak olmasalar da, bembeyaz duvarlar her şeyi çok ama çok daha aydınlık hissettiriyordu.

“…Burası kesinlikle çok aydınlık.”

“Tapınakta bunlardan yok mu? Bunlar mumlardan gelen küçük ışığı güçlendiren sihirli aletler,” diye açıkladı Cornelius yürürken. Başımı salladım. Toplantı salonuna açılan kapılar ardına kadar açıktı ve içeride bir sürü insanın toplandığını görebiliyordum.

“Baş Piskopos geldi,” diye anons etti bir ses.

Toplantı salonunun tavanı spor salonu gibi büyüktü ve kenarları altın rengi siyah bir halıyla ikiye ayrılmıştı. Yeni evliler ve evlenmemiş yetişkin soylular her iki tarafta beklemekte ve kendi aralarında konuşmaktaydı.

Yüzümü öne çevirdim ve halıda olabildiğince hızlı yürüdüm, bütün bir odanın meraklı gözlerle beni izlediğini hissediyordum. Ama tüm çabalarıma rağmen hâlâ çoğu insanın takdir edeceğinden çok daha yavaş yürüyordum; Cornelius’un destekleyici bir “Yapabilirsin,” diye fısıldadığını duyduğumda bu durum daha da netleşti.

Sonuna geldiğimde sunağa tırmanmaya başladım ve eteğimi toplayabildiğim için tökezlemeden çıkmayı başardım. Sadece bu bile bana büyük ve zorlu bir görevi tamamlamışım gibi hissettirdi.

“Buraya, Rozemyne,” dedi Sylvester. Rihyarda’nın söylediği gibi sunağın tepesindeki sandalyede sakince oturuyordu.

Karstedt onun arkasında duruyordu ve gözleriyle arşidükün yanında benim için hazırlanmış olan koltuğa oturmamı işaret etti. Ben de öyle yaptım.

“Rozemyne, İncil’in nerede? O olmadan töreni nasıl yapacaksın?” Sylvester sordu, sesi inanılmaz derecede endişeliydi. Ferdinand, Soylular Mahallesi’ne getirmem gerekenler listesine İncil’i yazmamıştı, bu yüzden ihtiyacım olacak bir şey olarak düşünmemiştim bile.

“Duanın sözlerini biliyorum ve Ferdinand da İncil’den masalları kendisi okuyacak. Hiçbir sorun çıkmayacak,” diye açıkladım ve Sylvester gözle görülür bir şekilde rahatladı.

“Kutsamayı yapabildiğin sürece. Bu arada, masalları okuyan ben olacağım.”

“Anlıyorum.”

Artık mihrabın tepesindeydim ve kürsüden sınıfını izleyen bir öğretmen gibi toplantı salonuna bakmakta özgürdüm. İşte Ferdinand.

“Görüyorum ki Ferdinand’ın etrafında hiç kadın yok. Nedenmiş o?”

Uzaktan onu izleyen ve heyecanla ciyaklayan kadınlar görebiliyordum ama hiçbiri ona yaklaşmaya çalışmıyordu. Belki de herkes onun ne kadar kötü bir kişiliğe sahip olduğunu öğrenmişti. Bu gidişle Rihyarda’nın ona çocuk demesinden kurtulması pek mümkün görünmüyordu.

Sylvester, “Sadece bir aptal romantik bir eş bulmak için eline geçen bu fırsatı bekâr bir rahiple konuşarak heba eder,” dedi. Dürüst olmak gerekirse, bu çok mantıklıydı. Aklımdaki tek soru Ferdinand’ın neden bu kalabalığa katılmaya zahmet ettiğiydi. “Rozemyne, Ferdinand’ın yakında evlenmesini mi istiyorsun? Bahse girerim tapınakta seni canla başla çalıştırıyor ve üzerine tonlarca iş yığıyordur. Zor olmalı.”

“Aslında tam tersi, Ferdinand Baş Rahipliği bırakırsa başım herkesten çok belaya girer. Bunun onun için büyük bir haksızlık olacağını biliyorum ama en azından ben reşit olana kadar bekâr kalmasını istiyorum.”

Başka tanıdık yüzler bulmak için kalabalığı taradım ve Brigitte’in bir duvarın yanında tek başına durduğunu fark ettim. Kalabalığa katılmakla ilgilenmiyor gibiydi ama bunun onun için iyi bir şey olup olmadığını bilmiyordum.

“Burada bir eş bulamazsanız ne olur?”

“Ailenize ve neden bir eş bulamadığınıza bağlı. Şövalyenden mi bahsediyorsun? Bir eş bulmak onun için gerçekten zor olacak,” dedi Sylvester kaşlarını çatarak ve Brigitte’e baktı.

“Nedenmiş o?”

“Aile meseleleri.”

Sylvester’a göre, Brigitte’in babası üç yıl önce ölmüş ve o sırada henüz reşit olan ağabeyi Giebe Illgner’in makamını devralmıştı. Brigitte o sırada nişanlıydı, ancak evleneceği adam ve ailesi, ağabeyinin genç yaşında zayıflık gördüler ve tüm Illgner evinin kontrolünü ele geçirmeyi planladılar.

Bunu aşağılık bulan Brigitte, hoşnutsuzluğunu dile getirdi ve nişanı sona erdirdi. Aileleri hemen hemen aynı statüde olsa da, adamın ailesi çeşitli alanlarda daha deneyimliydi ve aralarında birkaç kurnaz entrikacıdan fazlası vardı. O gün bugündür

Brigitte’in deneyimsiz ağabeyine ellerinden geldiğince sorun çıkardılar. Her ne kadar evliliği iptal ederek ailesini ele geçirilmekten kurtarmış olsa da, bu tercihi aynı zamanda kardeşini büyük zorluklarla karşı karşıya bırakmış ve bu da onu inanılmaz derecede depresyona sokmuştu.

Brigitte herkesten önce benim muhafız şövalyem olmayı talep etmiş, bu süreçte tapınağa ve aşağı şehre gitmek zorunda kalsa bile ağabeyine yardım etmek için olabildiğince fazla nüfuz toplamak istemişti. Boyun eğmeyen kararlılığı ona, ailesini ve eyaletinin vatandaşlarının hayatlarını korumak için tüm soyluların nefret ettiği bir yere gitme gücünü verdi.

Hikâyeyi dinlerken gözlerimden yaşlar boşandı ve bu da Sylvester’ın bana şaşkınlıkla bakmasına neden oldu. “Neden ağlıyorsun?! Bunun nesi ağlamaya değerdi?! Bu tür şeyler her gün oluyor, değil mi?!”

“Yani…” Güçlü aile bağlarıyla ilgili hikayelere karşı zayıfım. Özellikle de şu anda.

Baba aynı zamanda aşağı şehirde ailenin temel direği olarak tanınıyordu, bu yüzden öldüğünde çoğu kişi zor zamanlar geçirdi – özellikle de halefi henüz tam olarak yetişmemişken. Benno, babası öldüğünde daha yeni reşit olmuştu ve çalışanlarının çoğunun işten ayrılmasının yanı sıra lonca müdürü tarafından düzenli olarak eziyet gördüğünden bahsetmişti. Sıradan bir tüccar bu kadar zor zamanlar geçiriyorsa, koca bir eyaleti yönetmek zorunda olan bir devin neler yaşayabileceğini ancak hayal edebilirdim.

“Brigitte’in bu kadar kötü bir durumda olduğunu bilmiyordum… Baba, Sylvester – ona yardım etmek için ne yapabilirim?” Sırasıyla Karstedt ve Sylvester’a sordum.

Sylvester, “Onu iyi evlerle tanıştırabilirseniz durumu biraz düzelebilir, ancak kişiliği göz önüne alındığında bu kolay olmayacak,” dedi. “İnsanların onu nasıl gördüğü konusunda oldukça bilinçli, ama aynı zamanda diğerlerine de pek uymuyor. Sadece ne giydiğine bakın. Bu size bilmeniz gereken her şeyi anlatacaktır.”

Brigitte’e daha yakından baktım. Son moda bir şeyler giydiğini tahmin etmek oldukça kolaydı, çünkü kıyafetleri diğer tonlarca kadının giydiklerine benziyordu, ancak stil ona hiç yakışmıyordu.

“Yersiz görünmemek için trendlerin peşinden koşuyor gibi görünüyor,” diye gözlemledim, “ama kıyafetler ona yakışmıyor, bu yüzden sonuç olarak yarı güzel görünüyor.” Dürüst olmak gerekirse, Brigitte her zamanki şövalye kıyafetleriyle çok daha havalı ve çekici görünüyordu.

“Evet, öyle. Uzun boylu ve kaslı, bu yüzden kız kıyafetleri ona hiç yakışmıyor.”

“Şimdi, bu doğru değil. Doğru tarz ve renkte olduklarını varsayarsak, pek çok kız kıyafeti Brigitte’e çok yakışır. Aklıma gelen her şey güncel trendlere aykırı olsa da…”

“Pekâlâ. Bu durumda, trendleri sen belirlemeye ne dersin? Kadınların evlenmek için uzun zamanları yok; yirmi yaşında hala bekar olan bir kızın hayatının geri kalanında bekar kalacağı söylenir.”

…Bu biraz fazla oldu. Bir anda kalkıp trend yaratamam.

Yanaklarımı somurtarak şişirdim ve Brigitte’e yakışacak daha fazla kıyafet düşünmeye çalıştım, bir yandan da kalabalığı taramaya devam ediyordum. Damuel’in de en az onun kadar zor zamanlar geçireceğini hissediyordum.

Lamprecht’i fark etmek o kadar da zor değildi, zira etrafını saran kadın kalabalığının arasından kafasını çıkaracak kadar uzun boyluydu. Görünüşe göre o kadar popülerdi ki istediği herkesi seçebiliyordu. Onun için endişelenmeme gerek yoktu.

“Sevgili kardeşim Lamprecht’in etrafının kadınlarla çevrili olduğunu görüyorum. Sizce gelecek yıla kadar evlenmiş olur mu?”

“Sanırım bir süre daha bekâr kalacak,” diye açıkladı Karstedt tetikte beklerken. “Kraliyet Akademisi’nde başka bir dükalıktan bir kıza aşık oldu ve kız henüz reşit değil. Reşit olduğunda ailesinin onunla evlenmesine izin vermeme ihtimali var, bu yüzden bu hiç gerçekleşmeyebilir.”

…Bekle, bu uzun mesafeli bir ilişki mi? Ve şu karşıt aile meselesi de neydi? Bu Romeo ve Juliet mi? Daha fazla detaya ihtiyacım vardı; kendi hayatımda romantizm yoktu, bu yüzden başkalarının aşk hayatları üzerinden vekaleten yaşıyordum.

“Bana mı öyle geliyor yoksa Eckhart burada değil mi?” diye sordum.

Karstedt, “Hayatına devam etmesini ve yeni bir eş aramasını istiyordum ama iyileşmesi daha fazla zaman alacak gibi görünüyor,” dedi.

“Um, ne?! Kimse bana bundan bahsetmedi.”

Görünüşe göre Eckhart daha önce bir kez evlenmiş ama karısı ölmüştü. Yeni ailem hakkında aslında ne kadar az şey bildiğim konusunda biraz endişelenmeye başlamıştım.

“Bu onun için hala hassas bir konu, bu yüzden fazla gündeme gelmiyor. Rozemyne, lütfen Eckhart’ın evliliğinden ya da rahmetliden bahsetmemeye özen göster.

karım.”

“Tabii ki.”

Ortaya dökülen tüm şok edici ifşaatları düşünürken Damuel’i aramaya devam ettim ama kalabalık o kadar yoğundu ki onu göremiyordum. Nerede olabileceğine dair hiçbir fikrim yoktu. Ama tam arayışım giderek ciddileşirken yedinci zil çaldı.

Sylvester usulca ayağa kalktı ve pelerinini arkasında sallayarak bir adım öne çıktı. “Şimdi Yıldız Bağlama Töreni başlıyor. Tüm yeni evliler, bir adım öne çıkın!”

Sekiz çift toplantı salonuna girdi. Kıyafetleri, bu sabah aşağı şehirde gördüğüm kıyafetlerden çok daha süslü tasarımlara sahipti ve daha muhteşem kumaşlar kullanılmıştı, ancak renkleri hala giyen kişinin doğduğu mevsime uyuyordu. Çiftler, aralarında belli bir mesafe bırakarak ilerlemeye başladılar. Alkışlar, alkışlar ve kutlama sözleri odayı doldurarak neşeli atmosfere katkıda bulundu.

Çiftler sunağın önünde sıralandıktan sonra Sylvester gür bir sesle İncil’den bir masal okumaya başladı. İncil’de yazılanlara kıyasla oldukça kısaltılmıştı ama kesinlikle ezberlemişti. Eski Baş Piskopos gerçekten de tam bir fiyaskoydu.

Sylvester, Karanlıklar Tanrısı ve Aydınlık Tanrıçası’nın hikâyesini anlatmayı bitirdikten sonra evlenecek olanların isimlerini saymaya başladı.

“Baron Glaz’ın oğlu Bernadet, Baron Blon’un kızı Lagrete ile öne çıkın.”

Adı geçen çift mihrabın basamaklarını tırmandı. Sylvester evlenmek istediklerini teyit ettikten sonra, evlat edinme belgelerimi imzalarken kullandığı kalem benzeri sihirli aleti onlara uzattı. Her ikisi de önlerine serilen sözleşmeyi imzaladıktan sonra, sözleşme küçük bir altın alev patlamasıyla kayboldu. Sekiz sözleşme de ortadan kalktığında salonda büyük bir tezahürat yankılandı.

“Baş Piskopos şimdi yeni birleşen çiftleri kutsayacaktır.”

Sonunda işimi yapma vaktim gelmişti. Ayağa kalktım ve Sylvester’ın yanına doğru yürüdüm.

“Biraz delir,” diye fısıldadı, ama benden çok daha uzun olduğu için onu zar zor duyabiliyordum. Görünüşe göre o da Aziz Rozemyne efsanesini yaymaya niyetliydi.

Yüzüğüme tapınaktakinden biraz daha fazla mana akıttım ve ellerimi kaldırıp dua etmeye başlamadan önce derin bir nefes aldım.

“Ey sonsuz göklerin kudretli Kral ve Kraliçesi, ey Karanlığın Tanrısı ve Işığın Tanrıçası, dualarımı duy. Yeni birlikteliklerin doğuşuna kutsamalarını bahşet. Sana dua ve şükranlarını sunanlar senin ilahi korumanla kutsanmış olsunlar.”

Siyah ve altın rengi ışık, tıpkı tapınakta olduğu gibi tavana doğru yükselmeden önce yüzüğümün içinde dönmeye başladı. İki ışık huzmesi birbirinin etrafında dönerek sonunda küçük ışık zerreciklerine dönüştü ve bu zerrecikler dağılıp yeni evlilerin üzerine yağdı.

“Oooh…”

Hayret dolu sesler toplantı salonunu doldurdu, ardından kısa bir sessizlik anı yaşandı ve salon bir kez daha alkışlarla inledi. Yeni evlilerin yüzlerindeki şaşkınlık ve sevinç karışımına bakılırsa, duamın başarılı olduğunu söylemek yanlış olmazdı.

“Yüce Piskopos şimdi ayrılmalı. Genç yaşına rağmen böylesine büyük bir lütufta bulunduğu için kutsanmış olsun!” Sylvester ilan etti. Orada bulunan herkes parlayan asalarını çıkardı ve mana ile daha da parlak hale getirerek havaya kaldırdı. Tıpkı konser ışıltı çubuklarına benziyorlardı ve güzel bir görüntü olsa da, hepsinin benim için olduğunu bilmekten ölümüne utandım. Tüm bunların ortasında sakince yürümek benim için çok büyük bir görevdi; utancımın kaynağından bir an önce kaçmak isteyerek halının üzerinde olabildiğince hızlı bir şekilde ilerledim.

Toplantı salonunun büyük kapıları ben geçtikten sonra kapandı – bundan sonrası sadece yetişkinlerin katılmasına izin verilen bir ziyafet olacaktı. İşimin artık bittiğini bilmek ve normalde şimdiye kadar uyumuş olmam gerektiği gerçeği, vücudumun birdenbire ağırlaşmasına neden oldu.

“İyi misin Rozemyne?”

“Cornelius, sanırım sınırıma ulaştım.”

Cornelius her an bayılabileceğimi çok iyi bildiği için beni aceleyle kucağına aldı. Ama benden çok daha iri olmasına rağmen beni çok uzağa taşıyacak kol gücüne sahip değildi. “Üzgünüm Angelica, ama acele edip benim için Rihyarda’yı arayabilir misin?”

Angelica sertçe başını salladı ve göz açıp kapayıncaya kadar gitti. Bir saniye sonra koşarak geri geldi. “Rihyarda hemen burada olacak.”

“Teşekkürler. Sana borçluyum, Angelica.”

“Vay vay vay!” Rihyarda kısa bir süre sonra koşarak yanıma gelirken haykırdı. Beni kaldırdı ve odama geri taşımaya başladı. “Şimdi, taşıması en kolay insan sen değil misin? Hafif ve uysal. Buna ne dersin!”

Rihyarda, çocukken Sylvester’ı her zaman yakalayıp öğretmenlerine götürmek zorunda kaldığı ya da işten kaçmaya çalıştığında onu yatağından kaldırıp ofisine sürüklediği için görünüşe göre biraz daha güçlüydü. Geri dönerken bana çeşitli hikâyeler anlattı ve sonunda odama ulaştığımızda beni yere bıraktı. Ayaklarım yere değdiği anda sallanmaya başladığımı hissedebiliyordum.

“Leydim, yatmadan önce yıkanmalısınız.”

Sadece yatağa atlayıp uyumak istiyordum ama Rihyarda jöle hâlâ saçımdayken uyumama izin vermeyi reddetti. O ve Ottilie beni banyoya sokmadan önce kıyafetlerimi çıkardılar ve onlar saçlarımı durulayarak yıkarken ben de başımı küvete yasladım. Sıcak su beni gittikçe daha uykulu yapıyordu.

“Dikkatli olun leydim.”

“Mm…”

Sudan çıktığımda ve üzerime bir çeşit kokulu yağ sürüldüğünde, çoktan uykuya dalmıştım.

“Uyanın leydim. Uyanmalısınız, Leydi Rozemyne.”

“Okaaay…”

Kokulu yağı yıkayıp beni kuruladıktan sonra uyku kıyafetlerimi giydirdiler ve beni yatağa götürürken iki yanımdan desteklediler. Ertesi sabah ateşler içinde yatağa düştüm.

“Ngggh… Ferdinand… Başım ağrıyor…”

“Gördüğüm kadarıyla beklendiği gibi yatalak.”

Ferdinand kahvaltıdan hemen sonra beni görmeye gelmişti. Planımız o sabah tapınağa dönmek olmasına rağmen, bu yoğun programın beni çökertmeye yeteceğini tahmin etmişti. Tamamen haklıydı.

“Bu konuda neden bu kadar sakinsin Ferdinand?!” Rihyarda talep etti. Sadece Karstedt ve Sylvester gibi anormal derecede sağlıklı çocuklar yetiştirme tecrübesi vardı, bu yüzden benim durup dururken ve ortada hiçbir neden yokken ateşler içinde yere yığıldığımı görmek onu fena halde şaşırtmıştı. Sesi bir bıçak gibi keskin çıkmıştı.

sonuç, öyle istese de istemese de.

Rihyarda’nın yakıcı sözlerini tamamen duymazdan gelen Ferdinand, belinde asılı duran iksirlerden birini uzattı. “Her biri önemli miktarda mana gerektiren iki dini ayin gerçekleştirdi, üstelik bütün bir günü hareket ederek geçirdi. Sonunda yatalak kalacağı çok açıktı. Sadece bunu içmesi ve biraz dinlenmesi gerekiyor.”

“Ne demek sadece biraz dinlenmeye ihtiyacı var?! Madem hastalanacağını biliyordun, neden buna engel olmadın?! Bu, o büyük beynini kullanman gereken türden bir durum!” Rihyarda oldukça mantıksız bir şekilde havladı. Belki de Sylvester’ın diğer insanlardan böylesine mantıksız beklentiler içinde olmasının nedeni onun tarafından yetiştirilmiş olmasıydı.

“Rihyarda, Rozemyne’nin kötü sağlığının planlanamayacağı talihsiz bir gerçek. Ne yaparsanız yapın hastalanması kaçınılmaz. Bu konuda yapılabilecek bir şey olsaydı, çoktan yapmış olurdum.” Yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı ve elini alnına götürmüştü ama Ferdinand Rihyarda’ya herhangi birine yaptığı gibi onu susturmak yerine bir açıklama yaptı. Ona karşı gerçekten kazanamazdı.

Yatağımdan uzandım ve Rihyarda’nın eteğini hafifçe çekiştirdim. “Rihyarda, lütfen Ferdinand’a kızma. Beni iyileştirecek bir iksir hazırlamayı ihmal etmedi. Yine de biraz huysuz ve kötü tadı iyileştirmeyi reddediyor…”

“Vay vay vay… Bu durumda, için ve biraz dinlenin leydim.”

Rihyarda küçük bir sırıtışla Ferdinand’dan iksiri aldı. İksiri bana uzatırken içindeki yeşil sıvı çalkalandı ve küçük şişeyi açtığım anda iksirin yoğun kokusu burnuma geldi. Daha önce defalarca tüketmek zorunda kaldığım o acı tat, kâbus gibi bir hayalet gibi hemen zihnimde canlandı. Bu beni dehşete düşürdü ama kararlılığımı pekiştirdim ve iksiri tek seferde yuttum. Acı ne kadar çabuk biterse o kadar iyiydi.

“…Ne? Tadı o kadar da kötü değil.” Acı olduğu kesindi ama daha önce yaptığım gibi yatağımda yuvarlanıp acı içinde kolumu bacağımı sallamak istememe neden olacak kadar değil.

Fısıltımı duyan Ferdinand bana bir bakış attı. “Tarifi geliştirdim, gerçi bu benim gibi bir huysuzun karakterine uygun değil gibi görünüyor.”

“U-Um… Tanrım, Ferdinand, bunu nasıl yapıyorsun? Zeki ve nazik. Aman Tanrım. Ne kadar iyi bir insan örneği. Ohoho…”

Ngh… Bu bakışlar acıtıyor… Ferdinand’ın keskin, delici bakışlarından kaçınmak için aceleyle yorganımın altına daldım.

 

Kitap Kurdunun Yükselişi

Kitap Kurdunun Yükselişi

Ascendence of a Bookworm: I'll Stop at Nothing to Become a Librarian, El Ratón de Biblioteca, Honzuki no Gekokujou: Shisho ni Naru Tame ni wa Shudan wo Erandeiraremasen, La Petite Faiseuse de Livres, 愛書的下克上, 本好きの下剋上 ~司書になるためには手段を選んでいられません~, 책벌레의 하극상
Puan 8.4
Durum: Ara Verildi Yazım Şekli: Yazar: , Sanatçı: , Yayınlanma Tarihi: 2013 Anadil: Japanese
Sonunda bir üniversitede kütüphaneci olarak iş bulan bir kitap kurdu, üniversiteden mezun olduktan kısa bir süre sonra ne yazık ki öldürüldü. Okuma yazma oranının düşük olduğu ve kitapların kıt olduğu bir dünyada bir askerin kızı olan Myne olarak yeniden doğdu. Ne kadar okumak istese de etrafta hiç kitap yoktu. Kitaplar olmadan bir kitap kurdu ne yapar? Elbette kitap yapar. Hedefi bir kütüphaneci olmak! Bir kez daha kitaplarla çevrili yaşayabilmek için, işe onları kendisi yaparak başlamalıdır.

Yorum

Seçenekler

karanlık modda işlevsizdir
Sıfırla